Çocukluğumuzun mevsimleri vardı. Kış, sadece soğuk değil; karla gelen neşe demekti. Bahar, yeşilin her tonu; yaz, buğdayın kokusu ve sıcağın tembelliği; sonbahar ise hüzünle karışık vedaydı. O günlerde zaman ağır akardı, doğa kendi ritminde yaşar, biz de onunla birlikte yaşardık.

Mayıs ayı geldiğinde dağlara hâlâ kar yağardı. Geceleri sobanın başında ısınır, gündüzleri çamurlu yollarda çizmelerle okula giderdik. Haziran’da kar toprağa yeni düşmüş gibi parıldarken, Nisan yağmurları haftalarca sürerdi. Şimşek çakınca gökyüzünün öfkesinden değil, bereketinden korkardık. Yağmur günlerce devam eder, biz pencere önünde “yağmur dinsin de sokağa çıkayım” diye nöbet tutardık. Sokağın kokusu, toprakla suyun aşkı gibiydi. Bu kadar mı güzeldi ıslak toprak?

Bugünün çocukları ise ne zaman yağmur yağdığını bilmiyor. Yağmur artık gökyüzünden değil, uygulamalardan takip ediliyor. "Yarın yağış var mı?" diye telefona bakıyoruz. Damlaların sesi pencerelere değil, sosyal medya bildirimlerine çarpıyor. Ve en acısı, yağmur beklemek yerine “baraj doluluğu yüzde kaç?” diye endişe ediyoruz.

Şimdi belediyeler su kesintisi programı yayımlıyor. İki gün su verip bir gün kesiyorlar. “Planlı kesinti” deniyor adına. Oysa bu plan, insanın doğaya verdiği zararın faturasıdır.

Barajlar kurudu, göller çekildi, dereler sustu. Ama bu sadece suyun çekilmesi değil, aynı zamanda hayatın çekilmesidir. Çünkü su, sadece içmek için değil; yaşamak için vardır. Tarlada ekin, sofrada yemek, şehirde temizlik, doğada denge suyla mümkündür. Ve biz o dengeyi yıktık.

Ormanları yaktık ya da göz yumduk yakılmasına. Yaylaları betona verdik. Dağların gölgesini gökdelenlerle kestik. Toprağa değil, betona tohum ektik. Ve şimdi soruyoruz: Ne zaman yağmur yağar? Yağmurun yanıtı yok. Çünkü soruyu sormayı bile unuttuk.

Bize modernlik diye sunulan şeyin, aslında doğadan kopuş olduğunu geç anladık.
– Şehirleşme dediler, doğayı yok ettiler.
– Kalkınma dediler, yeşili bozdular.
– Konfor dediler, toprağın sesini susturdular.

Her evin çatısında klima, her binanın altında otopark var ama bir damla yağmuru çatıdan depoya taşıyacak bir sistem yok. Toprağı göremeyen çocuklar büyüyor, göğe bakmayan yetişkinler yaşıyor.

Yol kenarındaki bir ağaca su vermeyi ihmal ediyoruz ama otomobilimizi yıkarken onlarca litre su harcıyoruz. Balkonumuzda bir çiçek yetiştirmiyoruz ama plastikle dolu dekoratif eşyalarla doğayı taklit ediyoruz.

Oysa yağmur, sadece gökten düşen su değildir. O, doğanın duasıdır. Toprağın nefesidir.

Her şeyin çözümü devletten beklenmez. Birey olarak da yapabileceklerimiz var.
- Yağmur suyu hasadı için evlerimizde küçük sistemler kurabiliriz.
- Yerel yönetimleri bu yönde teşvik edebiliriz.
- Bahçemize, balkonumuza bir fidan dikmekle işe başlayabiliriz.
- Tarımda bilinçli su kullanımı için kooperatiflere destek olabiliriz.
- İsraf etmeyerek suya saygı göstermeyi bir yaşam tarzı haline getirebiliriz.

Ve en önemlisi, çocuklarımıza doğanın ne olduğunu yeniden öğretmeliyiz. Bir tohumun nasıl büyüdüğünü, bir yağmurun ne zaman ve nasıl geldiğini, kuşların göçünü, dağların sessizliğini anlatmalıyız.

Bir zamanlar sonbaharda dökülen yaprakları toplayarak kitap aralarına koyardık. Şimdi ağaç bulmak zorlaştı. İlkbaharda sabahları kuş sesleriyle uyanırdık, artık motor sesleri daha baskın. Geceleri yağmurun sesinde uyurduk, şimdi klimayla serinliyoruz ama huzur hâlâ eksik.

Belki de yağmurun en çok yağması gereken yer, toprağımız değil; vicdanlarımızdır. Yağmurdan önce değişmesi gereken bulutlar değil, bakış açımızdır.

Ne zaman yağmur yağar, biliyor musunuz? Doğayı yeniden sevmeye başladığımızda. Toprağa saygı duyduğumuzda. Gökyüzüne bakmayı öğrendiğimizde. Ve en önemlisi, çocuklarımızı pencere önünde yağmuru beklemeye alıştırdığımızda…