Bazı şehirler vardır, kaderi tarih olur. Bazı limanlar vardır, yalnızca gemileri değil, bir milletin yüreğini taşır.

Mağusa Limanı da böyle bir limandır. Doğu Akdeniz’in mavisi ile tarihin kızılı arasında duran,

dalgalarını surlara vuran, her fırtınada bile vakur duran bir kale gibi…


Bugün Mağusa’ya giden biri, sadece bir liman görmez. Taşlara sinmiş hatıraları, gecelere kazınmış nöbetleri,

kıyıya vurmuş duaları hisseder. Kulağına rüzgârla birlikte bir türkü çalınır adeta:

“Mağusa Limanı limandır liman… Beni öldürende yoktur din iman…”

Bu söz, sadece bir ağıt değildir. Bir milletin sabrının, çilesinin, haykırışının ve sonunda zaferinin sembolüdür.


Tarihin nabzı bu kıyıda Aattı

Kıbrıs, tarih boyunca gözleri üzerinde toplamış bir ada. Doğunun kapısı, Akdeniz’in omurgası, ticaret yollarının merkezinde… Mağusa ise bu adanın en kritik noktası.

Venediklilerden Osmanlı’ya, İngiliz mandasından 1960 Cumhuriyeti’ne kadar Mağusa hep stratejik önemini korudu.

1963’te Kanlı Noel ile başlayan süreçte Kıbrıs Türkleri için hayat artık sadece yaşamak değildi; var olma mücadelesiydi. Rum çetelerinin saldırılarıyla yer yerinden oynarken, Mağusa diken üstünde, tetikte ve sabırla bekledi.

O yıllarda liman yalnızca ticaret kapısı değildi. Dış dünyaya açılan tek nefes borusuydu.

Bir yandan abluka, bir yandan umut… Surları gece gündüz nöbet tutan mücahitler,

limanın taşlarına sırtını yaslayıp şu sözle yemin ettiler:

“Kıbrıs Türk'tür, Türk kalacaktır.”


1974’e gelirken…

Yıllar geçti… Sabır taştı. Adaya barış değil kan yağdıran darbeci zihniyet Makarios’u devirdi,

ENOSİS hayali silah oldu, sokaklara nefret saçıldı. Dünya sustu, ama Türk milleti susmadı. 20 Temmuz 1974 sabahı güneş başka doğdu Kıbrıs semalarına. Gökyüzü Türk uçaklarının kanat sesleriyle çınladı.

Mehmetçik adaya indiğinde, Mağusa’nın ufku artık aydınlanmıştı. Rumların korku ile kaçıştığı sokaklarda,

Türk çocuklarının gözlerine ilk kez umut doldu. Tarih bir kez daha şahitlik etti:

Türk askeri girdiği yerde zulmü bitirir, mazlumu korur.

Limanın o günkü hali bir mabed gibiydi , sanki taşlar bile dua ediyor, dalgalar bile “Hoş geldin Mehmetçik!” diye fısıldıyordu.


Taşucu’ndan Yola Çıkan Taka

Bu büyük destanın arasında halkın arasından çıkan, adı tarihe yazılmamış ama gönüllere kazınmış bir hikâye daha vardır.

Belki kitaplarda geçmez, belki resmi kayıtlarda yer almaz. Ama bu milletin vicdanında yaşayan destanlardandır.

Taşucu’ndan bir taka kalkar o günlerde…

Çok büyük değildir, görkemli değildir.

Ama içinde yürek vardır, cesaret vardır, vefa vardır.


Dört Balıkesirli genç… Edremit’in rüzgarını, Manyas’ın suyunu, Balya’nın ağır maden kokan toprağını taşıyan yiğitler.

Yanlarında Anadolu’nun başka şehirlerinden gelmiş altı–yedi gönüllü daha.

Kimisi Konya’dan, kimisi Çorum’dan, kimisi Afyon’un bozkırından…

Hiçbiri asker değil belki, resmi görevli değil…

Ama kalplerinde bir emir var:

“O adada bizim kardeşimiz, bizim bayrağımız var. Biz nasıl dururuz?”

Taka ağır ağır açılır Taşucu’ndan.

Gökyüzü suskundur, rüzgar hafif hafif eser.

Hiçbiri konuşmaz fazla. Böyle anlarda söz, duyguya ağır gelir.

Ve biri sadece şunu der:

“Biz yola çıktık ya… Kıbrıs biraz daha bizimdir artık.”

Bu cümle bile destandır.


O Sabah Mağusa…

Taka Mağusa’ya yanaştığında deniz sanki durur.

Liman, sessizce kabul eder bu evlatları.

Kimse onları beklemiyordur; onlar kendilerini tarihe emanet etmiştir zaten.

Bir mücahit selamı, bir asker tebessümü, bir çocuğun şaşkın bakışı…

İşte bütün karşılamaları budur belki. Ama o anın değeri ölçülmez.

Çünkü o gün Mağusa sadece asker karşılamamıştır.

Gönül karşılamıştır.

O gençler ne madalya istediler ne övgü.

Sadece sessizce geldiler, vazifelerini yaptılar, yine sessizce döndüler.

Ama arkalarında kalbimize kazınmış bir söz bıraktılar:

“Vatan bazen kışlada değil, bir takada korunur.”


Mağusa bugün ne diyor?

Bugün Mağusa’ya giden biri dalgalara iyi bakmalı.

Orada sadece su yok; orada tarih akar.

Maraş’ın sessiz sokaklarında sadece terkedilmiş binalar yok; orada bir neslin çığlığı, diğer neslin duası vardır.

Her sur taşında bir yemin durur:

“Unutulmadın, unutmayacağız.”

Her adımda bir dua yükselir:

“Bu topraklara göz dikenin gözü yaşlı olsun.”

Ve her dalga gelir kıyıya, sonra geri çekilir;

ama her dönüşünde sanki şunu söyler:

“Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır.”


Bu yazı yalnızca bir limanın hikâyesi değil.

Bu, vefanın, cesaretin, tarihe sırt verip geleceğe yürüyen bir milletin hikâyesidir.

Çünkü kahramanlık bazen büyük komutanlarda değil,

bazen bir takaya binip sessizce yola çıkan gençlerin kalbindedir.

Ve biz biliriz ki:

Bazı limanlar gemi karşılar, bazı limanlar millet karşılar.

Mağusa, ikinci türdendir.