Gözlerimi kapattığımda Balıkesir’i bambaşka bir halde gördüm. Sanki şehir uzun bir uykudan uyanmış, üzerindeki yorgunluğu silkelemiş ve yeniden doğmuştu. Tarihi Gar’dan kalkan tramvay sessizce şehrin içinden süzülüyor, üniversiteye, sanayiye ve Edremit yoluna kadar uzanan hat boyunca insanları geleceğe taşıyordu. O tramvayın sesi, Balıkesir’in kalbinde yeni bir ritim gibi duyuluyordu.

Sokaklarda çöp yoktu. Irmaklar berrak bir gümüş gibi parlıyor, şehrin içinden akarak ona serinlik ve huzur katıyordu. Gökyüzünün mavisiyle binaların beyazı birbirine karışmış, beş katı geçmeyen modern yapılar şehre insan ölçeğinde bir nefes vermişti. Balıkesir ne büyüklüğüyle övünüyordu ne de kalabalığıyla; o, düzeniyle, temizliğiyle, zarafetiyle öne çıkan bir şehirdi artık.


Şehrin sokaklarında dolaşırken Balıkesir’in kendine has kokuları dört bir yana yayılıyordu. Ayvalık zeytinyağının taze sıkım aroması, Susurluk tostunun sıcaklığı, höşmerimin çocukluğumdan kalan tadı… Her köşe başında bir lezzet, her adımda bir hatıra vardı. Gastronomi artık sadece sofralarda değil, şehrin kimliğinin bir parçasıydı. İnsanlar Balıkesir’e yalnızca gezmeye değil, tatmaya da geliyordu.

Gömeç sahiline vardığımda rüya birden başka bir havaya büründü. Hafif bir meltem eserken, sanki rahmetli Kayahan’ın o ince, hüzünlü ama umut dolu nameleri kıyılara vuruyor, denizle birlikte dalga dalga yayılıyordu. Güneş, Gömeç’in sessizliğini okşuyor, Kayahan’ın sesinin tınısı bütün sahile ayrı bir nostalji katıyordu.


Kütüphane kafeleri doluydu. Gençler kitap okuyordu; kimileri bilgisayar başında proje hazırlıyor, kimileri ise sadece sessizce hayal kuruyordu. Her köşe başında bir üretim, her masada bir düşünce vardı. Üniversitenin şehre taşan enerjisi kenti gençleştirmiş, tazelemişti.

Turizmin dokusu da değişmişti. Ayvalık’ın taş sokakları sabah ışığında ayrı bir güzellik sunuyor, Gömeç sahilinde esen hafif rüzgâr insanın ruhuna dokunuyor, Burhaniye ve Edremit kıyılarında denizin tuzu ile çam kokusu birbirine karışıyordu. Kazdağları’na doğru yükselirken rüya yeniden değişti; ağaçların arasından bir ses yankılandı.
Sanki Tuncel Kurtiz, Kazdağları’nın derinliklerinde kendi sesinden şiirler okuyordu:
“Ben yürümeye karar verdim dağlara doğru…”
O ses, dağların heybetiyle birleşiyor, Balıkesir’i adeta bir şiire dönüştürüyordu.


Yolum Havran’a düştüğünde ise bütün rüya bir anda ciddileşti, ağırlaştı, gururlandı.
Orada, toprağın sessizliğinde Seyit Onbaşı’nın vatan sevgisini hissetmemek mümkün değildi.
Hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan, o 276 kiloluk mermiyi sırtlayan iradenin gölgesi hâlâ Havran’ın üzerinde duruyor gibiydi. Vatan sevgisi, rüzgâr kadar gerçek, toprak kadar derindi.

Tıp fakültesinin koridorları sadece Balıkesir’den değil, ülkenin dört bir yanından gelen insanlarla doluydu. Bilimin ışığı şehirde bir güneş gibi parlıyor, doktorlar ve araştırmacılar Balıkesir’i bir umut merkezine dönüştürüyordu.


Organize sanayi bölgesi artık kirli değildi. Gençler temiz teknolojilerle çalışan fabrikalarda görev alıyor, eve gururla dönüyorlardı. Kimse başka şehirlere gitmeyi düşünmüyordu. Çünkü Balıkesir, çalışanına değer veren bir üretim üssü hâline gelmişti. Bu şehir gençlerini kaybetmiyor, tam tersine geleceğini onlarla birlikte kuruyordu.

Spor takımlarımız Süper Lig’deydi. Her maç akşamı Atatürk Stadyumu’nun ışıkları Balıkesir’in üzerine doğuyor, şehir genç bir yürek gibi atıyordu. Çocuklar sokaklarda Balıkesirspor formasıyla koşturuyor, bir gün o sahaya çıkacaklarına inanarak büyüyorlardı.


Tüm bunların arasında hissettiğim en güçlü duygu, Balıkesir’e duyulan sevgiydi. Bu şehir insanının yüreğinde öyle bir yer edinmişti ki; kimse ona sırtını dönemiyor, kimse ondan vazgeçemiyordu.
Burası sadece yaşanılan bir şehir değil, insanın kendini ait hissettiği bir yuvaydı.

Belki bir rüyaydı bu. Ama her büyük değişim önce bir rüya ile başlamadı mı zaten?
Balıkesir’in de yeni yüzyılı işte böyle bir rüyanın içinden doğabilir.
Yeter ki bu şehre inanalım, ona sahip çıkalım, onu sevelim.

Balıkesir, sevildikçe değil…
Sevdikçe güzelleşen bir şehir…