Her yıl aynı sessizlik… Aynı hüzün… Aynı derin nefes...
Saat tam 09.05 olduğunda, ülke bir anlığına nefesini tutar. Şehrin uğultusu diner, arabalar durur, insanlar olduğu yerde donar. O anda ne alışveriş vardır, ne koşuşturma, ne de zamana yetişme telaşı. O an, sadece Atatürk vardır…
Her 10 Kasım sabahı, siren sesiyle birlikte yüreklerde aynı titreşim yankılanır. Yıllar geçse de o acı tazedir; ama bu bir yasın ötesindedir artık. Bu, bir minnetin, bir saygının, bir vefanın ifadesidir. Kimimiz okul bahçesinde, kimimiz iş yerinde, kimimiz de yolda arabasından inmiş hâlde, gözleri dolu bir şekilde o dakikayı yaşarız. Çünkü biliriz ki, o dakika yalnızca bir anma değil; bir hatırlama sözüdür.
O siren sesiyle birlikte geçmişe uzanırız. Cumhuriyet’in ilk sabahlarını, kara tahtada “Türkçe harfleri” ilk kez yazan öğretmeni, tarlasında ilk kez “kendi toprağında özgür” hisseden köylüyü, kadınların sandığa attığı ilk oyları hatırlarız. Atatürk’ü yalnızca bir lider olarak değil, bir ışık olarak anımsarız.
Bugün artık Atatürk’ü sadece 10 Kasım’da değil, her gün yaşatmak gerektiğini biliyoruz. Onun “en büyük eserim” dediği Cumhuriyet’e sahip çıkmak, o sessiz dakikanın ötesine geçmek demek. O bir dakikalık duruş, aslında bize bir ömürlük görev hatırlatıyor:
Aydınlık Türkiye’yi yaşatmak.
Ve belki de en anlamlı an, sirenler sustuğunda başlıyor. Çünkü o andan sonra herkes kendi içinde bir kez daha “iyi ki vardın Paşam” diyor.