İstanbul’da özellikle trafik yoğun saatlerinde metroyu kullanırım. İnsan kalabalığıyla birlikte yalnızlık taşır bu şehir; herkes bir diğerinin omzuna değecek kadar yakın ama bir o kadar uzak. Bu yüzden küçük bir nezaket hareketi bile insanın iç dünyasını sarsacak kadar büyük bir anlam taşır.


Hayatın bunca karmaşası içinde hayal kırıklıklarına alışmış biri olarak bugün yaşadığım olay karşısında durup düşündüm: “Acaba sevinmekte haklı mıyım?” Çünkü bu şehirde iyilik artık bir sürpriz, hatta mucize gibi.

Oysa biz öyle büyümedik. Bizim nesil, toplu taşıma araçlarında bayan, yaşlı, hamile ya da engelli gördüğünde tereddüt etmeden yerini veren bir nesildi. Bu davranış bizim için bir “kural” değildi; anneden, babadan, öğretmenden, mahalle kültüründen alınan sessiz bir terbiyeydi.

Saygı bir refleks, edep bir yaşam biçimiydi.


Bugün ise gençlerin çoğunda — kız olsun erkek olsun — bu duyarlılığın yer yer kaybolduğunu görmek acı veriyor insana. Kimse kimseyi görmüyor; herkes kulağında kulaklık, elinde telefon, dünyaya karşı görünmez perdelerle yaşar hâle geldi. Toplumun edebi silindi sanki… Çünkü evlerin içinde bile çocukların anne babalarına karşı saygısızlığı sıradanlaştı.

Fakat bugün, metronun sıkışmış, gürültülü ve gri atmosferi içinde, kaybettiğimi sandığım bir değerin yeniden doğuşuna şahit oldum.

Kadıköy’den Kurtköy’e gidiyorum. Saat 18.00. Araba ile gitsen 2–2.5 saat. Metro ile 45 dakika. Vagon tıklım tıklım. Herkes yorgun, herkes bitkin, herkes başka bir telaşta.

Tam o sırada 40 yaşlarında bir baba ile 6–7 yaşlarındaki oğlu yan yana oturuyordu. Adam, kalabalığı süzdü, çocuğunu kucağına aldı, küçük bir baş hareketiyle çocuğun koltuğunu kendinden büyük birine verdi. Nasıl zarif, nasıl doğal bir hareketti.

İçimden “Helal olsun” dedim. Bu şehirde kayboldu sandığım incelik, bir çocuğun yerinden başlayan bir saygı zincirine dönüşmüştü.

Derken Ayrılık Çeşmesi’nde biri indi. Tam o an 40 yaşlarında başka biri kolumdan tuttu ve beni zorla oturttu. O kadar doğal, o kadar içten bir nezaketle yaptı ki… Bir an boğazım düğümlendi. Neredeyse adama sarılıp “Bravo” diyecektim. Çünkü kaybettiğimi düşündüğüm edep o anda geri gelmişti.


O an fark ettim:
Biz aslında saygıyı kaybetmedik.
Sadece duyarsızlığın gürültüsü içinde sesini duyamaz olduk.

Toplumsal davranışların sosyolojisinde bir gerçek vardır:
Bir toplumun çürümesi de, yeniden yeşermesi de küçük davranışlarla başlar.
Bir genç koltuğunu vermezse bunu gören diğer gençler de normal sayar.
Ama bir baba çocuğunu kucağına alıp yer verdiğinde, o çocuğun zihnine “saygı” tohumları ekilir.
Bir adam sizi kolunuzdan tutup oturttuğunda, kalabalığın içinde kaybolduğunu sandığınız “insanlık” yeniden filizlenir.


Nezaket bulaşıcıdır.
Edep yayılan bir ışıktır.

Toplum dediğimiz büyük kalabalık, aslında birbirini izleyen küçük insanların davranışlarından oluşur.

Metro yolculuğu boyunca düşündüm. Belki de biz yıllarca kötü örnekleri o kadar büyüttük ki, içimizdeki umut duygusunu söndürdük. Oysa iyi olan da hep vardı; sadece görünmezleşmişti.

Ben bugün eski İstanbul’u gördüm sanki… İçinde iyiliğin hâlâ yaşadığı, insanların birbirini fark ettiği, omuz omuza verip hayata tutunduğu o eski İstanbul’u…

Vagon kapıları kapanırken içimden şu cümle geçti:
“Edep ölmemiş… Sadece kalabalığın içinde nefes alacak bir an kolluyormuş.”


Ve o an anladım ki:
Bu toplum hâlâ iyi insanların omzunda yükseliyor.
Umudumuz hâlâ var.
Ve insanlık, ne kadar yorulursa yorulsun, bir metro koltuğunda bile yeniden hayat bulabiliyor.

Muhabir: CENK TUNÇSİPER