20 Kasım 1902’de Selanik’te doğan Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963’te Moskova’da hayata gözlerini yumdu. Yaşamı boyunca şiiriyle, idealleriyle ve kararlılığıyla sadece edebiyatımızda değil, düşünce dünyamızda da silinmez izler bıraktı. Bugün hâlâ dizesi dilden dile dolaşan Nazım, bir halk ozanı gibi anılıyor; hem bir aşık, hem bir devrimci, hem de bir sürgün olarak hatırlanıyor.
Bir Şairin Doğuşu: Nazım’ın Kökleri ve Eğitim Hayatı
Osmanlı’nın çok kültürlü yapısında doğan Nazım Hikmet, dedesi Müşir Mehmet Ali Paşa sayesinde küçük yaşta şiirle tanıştı. Galatasaray Lisesi ve Heybeliada Bahriye Mektebi’nde aldığı eğitimle modern dünya görüşüne açılan Nazım, genç yaşlarda yazdığı ilk şiirlerle dikkat çekti. Ancak asıl kimliğini Sovyetler Birliği’nde aldığı Marksist eğitimle buldu. Moskova’da üniversite eğitimi alan Nazım, burada hem siyasi bilincini hem şiirsel formunu geliştirdi.
Şiirle Direniş: Edebiyatta Çığır Açan Nazım
Nazım Hikmet’in Türk şiirine en büyük katkısı, hece ölçüsünün dışına çıkarak serbest ölçüyü kullanmasıdır. Toplumcu gerçekçiliğin öncüsü olarak; işçileri, köylüleri, kadınları, yoksulları şiirin merkezine taşıdı. “Kuvâyi Milliye Destanı”, “Memleketimden İnsan Manzaraları”, “Şeyh Bedreddin Destanı” gibi yapıtları hem tarihsel hem toplumsal hafızanın şiirsel kayıtları olarak kabul edilir.
Onun şiirlerinde sadece aşk yoktu; grev vardı, yoksulluk vardı, adalet talebi vardı. Ve her şeyin temelinde değişmeyen bir duygu: vatan sevgisi.
Zindanlarda Geçen Yıllar: 12 Yıl 11 Ay 29 Gün
Siyasi düşünceleri nedeniyle defalarca tutuklanan Nazım Hikmet, 1938 yılında askeri öğrencileri isyana teşvik ettiği iddiasıyla yargılandı ve ağır ceza aldı. 1940’lı ve 50’li yıllarda Bursa Cezaevi başta olmak üzere birçok cezaevinde yattı. Bu dönemde, hem en verimli eserlerini kaleme aldı hem de halktan kopmamayı başardı.
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür,
Ve bir orman gibi kardeşçesine...”
dizeleri, sadece bir şiir değil, Nazım’ın özgürlük ve eşitlik idealinin özeti olarak tarihe geçti.
Sürgün, Özlem ve Hasret: Moskova Yılları
1950’de çıkan genel afla serbest bırakıldıktan sonra Türkiye’de can güvenliği olmadığı gerekçesiyle 1951’de Sovyetler Birliği’ne gitti. Bu gidiş bir sürgün değil, zorunlu bir ayrılıktı. Türk vatandaşlığından çıkarılmasıyla birlikte, Nazım Hikmet memleketinden resmen koparıldı.
Moskova'da geçirdiği yıllar boyunca dünya entelektüel çevresiyle temas halinde oldu. Barış hareketlerine katıldı, dünya şairleriyle dostluklar kurdu. Ama kalbi hep Türkiye'de kaldı. Her şiirinde, her satırında Anadolu’yu, İstanbul’u, çocukluğunu, insanını andı.
Aşklarıyla da Yaşayan Bir Şair
Nazım Hikmet’in yaşamı boyunca büyük aşklar yaşadığı bilinir. İlk gençlik yıllarından itibaren birçok kadına âşık olmuş, ama en çok da Piraye ile olan aşkı dillere destan olmuştur. Cezaevi mektuplarında yazdığı dizeler, aşkın en saf ve direngen hâlini yansıttı. Ancak aşkları da tıpkı şiiri gibi hep mücadeleyle yoğruldu.
Bir Halk Şairi, Bir Dünya Şairi
Nazım Hikmet, yalnızca Türkiye'nin değil, dünyanın da önemli şairlerinden biri olarak kabul edilir. Pablo Neruda'dan Louis Aragon’a kadar pek çok dünya şairi tarafından takdir edilmiş, eserleri onlarca dile çevrilmiştir. UNESCO tarafından “dünya şairi” olarak anılması tesadüf değil, bir halkın sesi olmayı başarmasındandır.
Nazım ve Vatan Sevgisi: Gidemediği Topraklara Hasretle
Nazım Hikmet, Türkiye’den ayrılmış olsa da Türkiye’den hiç vazgeçmedi. Onun için vatan sadece bir toprak parçası değil, halkın ta kendisiydi. En sade, en derin, en içli dizelerinde bile vatan özlemi vardır. Ölmeden önce, “Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni” vasiyetinde bulunmuş; bu dileği uzun yıllar gerçekleşmemiştir.
Nazım Hikmet’in Ardından...
3 Haziran 1963’te, Moskova’da kalp krizi sonucu hayata veda eden Nazım Hikmet, geride yalnızca kitaplar değil, direnişle yoğrulmuş bir hayat bıraktı. Ölümünün üzerinden 62 yıl geçmesine rağmen, sesi hâlâ yankılanıyor:
“En güzel deniz:
Henüz gidilmemiş olandır…”Bugün Nazım Hikmet’i anmak; sadece bir şairi değil, bir vicdanı, bir halkın hayalini, bir dönemin mücadele ruhunu anmaktır.