Toplu İş Sözleşmesi süreci hakkında değerlendirmelerde bulunan Eğitim-Sen Balıkesir Şube Başkanı Gürbüz Şahin bugüne kadar yapılan 7 toplu iş sözleşmesinde çalışanların kayıplarla karşılaştığını söyledi. Türkiye genelinde 30 milyonun üzerinde kamu emekçisinin bulunduğunu hatırlatan Gürbüz Şahin, çalışanların haklarının korunduğu bir sözleşme istediklerini dile getirdi. Grevli, toplu sözleşmesi sendikal hakların getirilmesi için mücadele ettiklerini de belirten Şahin, vergide adaletin yanı sıra liyakat sisteminin de var olması için çaba gösterdiklerini kaydetti.
Türkiye’deki eğitim sisteminin içinde bulunduğu durum hakkında da görüşlerini paylaşan Eğitim-Sen Balıkesir Şube Başkanı Gürbüz Şahin, laik, demokratik bir eğitim sisteminin hayata geçirilmesi için mücadele ettiklerinin altını çizdi.
“TOPLU İŞ SÖZLEŞMELERİNDE EMEKÇİLER OLMADI”
KESK’e bağlı Eğitim-Sen Balıkesir Şube Başkanı Gürbüz Şahin POLİTİKA’ya yaptığı açıklamalarda şunlara yer verdi:
“Kamu emekçileri bugün 8. Dönem Toplu Sözleşme sürecindeler. Bu süreçte de tabi birikmiş birtakım sorunlarla beraber taleplerimizin de olduğu bir dönem. Biz 7 tane Toplu Sözleşme sürecini geride bıraktık. Maalesef bu Toplu Sözleşme sürecinin hepsinde kamu emekçileri kayıplarla karşılaştı. Kamu emekçileri dediğimiz zaman aslında toplum nüfusunun yaklaşık 30 milyonunu içerisine barındıran bu topraklarında bütün hizmet üretimi, devlete dair ortaya çıkan emeğin, kamu emekçileri marifetiyle yürütüldüğü bir dönemden, bir süreçten ve taraftan bahsediyoruz. Dolayısıyla biz bu sürecin kamu emekçilerinin taleplerinin görüldüğü, onların sesinin dinlendiği ve yoksulluk sınırının altında, açlık sınırına yakın bir ücretle sefalete teslim olmadıkları bir kazanımla sonuçlanmasını istiyoruz. Bu doğrultuda da kamu emekçileri sendikaları konfederasyonu ona bağlı olarak da bizim eğitim iş kolundaki eğitim ve bilim emekçileri sendikaları olarak bir mücadele yürütüyoruz.
“BİN 300 EĞİTİM EMEKÇİSİNE ULAŞTIK”
Balıkesir’de bin 300 tane bire bir eğitim emekçisine ulaştık. Şubat ayından bu yana ve onlarla yaptığımız görüşmelerde, onların taleplerini aldığımız, onların bu döneme dair toplu sözleşmeye girsin dediği sosyal haklar, özlük hakları ve ekonomik taleplerini aldığımız bir süreç izledik. İstedik ki kamu emekçileri sadece masada sendikaların oturduğu, onların adına karar verdiği bir Toplu Sözleşme düzeni olmasın aynı zamanda onların kendi talepleriyle de masada oturdukları, belki fiilen oturmayacaklar ama taleplerini aldığımız bir süreç olarak işlesin. Bunu iki gerekçeyle yaptık. Birinci gerekçe şu sendikalı bürokrasi dediğimiz yapının kamu emekçileri marifetiyle ortadan kaldırılması, onların bizzat Toplu Sözleşme sürecine müdahale etmesi. İkincisi ise kamu emekçilerinin aktif bir şekilde artık kendi talepleri olan alana, sahaya çıkması için bu süreci gerçekleştirdik.
“GREVLİ TOPLU SÖZLEŞMELİ SENDİKAL HAK İSTİYORUZ”
Tabi bu dönem en önemli taleplerimiz hangileri derseniz burada grevli, Toplu Sözleşmeli, sendikalı hakkımızı istiyoruz. Biliyorsunuz Eğitim-Sen kurulduğu günden bu yana grevli ve Toplu Sözleşmeli sendika mücadelenin olmazsa olmaz çalışma yaşamında geçerliliklerden biri olduğunu söyledi. Biz grev hakkı olmadan Toplu Sözleşme imzalamayacağımızı söylüyoruz. Bütün dünyada eşi benzeri olmayan bir Toplu Sözleşme süreci var bizim ülkemizde. Düşünün masaya oturuyorsunuz, hükümetin belirlediği yetkililer var masada. Ve çeşitli bir takım farklı gerekçelerle yetki almış. Kamu emekçilerini hiçbir şekilde temsiliyet kapasitesi ve kabiliyeti olmayan bir takım yapılarında masaya oturduğu Toplu Sözleşme süreci var. Ama siz masadan anlaşmazlıkla kalktığınız zaman grev hakkınızın olmadığı bir Toplu Sözleşme süreci. Dolayısıyla grev olmadan hiçbir hakkın kazanılmayacağı dünya işçi sınıfı tarihi, kamu emekçiler hareketini tarihi bunu gösteriyor. Diğer bir yan özellikle kamuda güvencesiz, esnek çalışmanın bir model olarak sunuluyor.
“ESNEK GÜVENCESİZ ÇALIŞMA DÜZENİNİ KABUL ETMİYORUZ”
Hele hele şimdi Aile Yılı ilan edildi. Aile Yılı üzerinden kadınların sosyal yaşamdan koparılmak istendiği, esnek çalıştırılmak istendiği belki hiçbir zaman emekli olamayacakları, sigortaların tam yatmayacağı bir çalışma müjde olarak gösteriliyor. Aslında bu ülkemizde kadın emekçilere verilen değerin daha doğrusu kadın emekçilere yönelik şiddetin ekonomik bir çalışma yaşamı üzerinden devlet marifetiyle gerçekleştirilmek istenmesinin bir göstergesi. Esnek, güvencesiz bir çalışmanın olduğu bir çalışma düzenini kabul etmiyoruz. Güvenceli, kamuda istihdam edilen yüzbinlerce emekçinin sözleşmesinde, güvencesizlikten vazgeçilerek bu süreci karşılaması gerektiğini savunuyoruz. Mülakatın kaldırılması bu Toplu Sözleşme düzeninde. Aynı zamanda bu mülakat dediğimiz bu sistemin kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü mülakat demek aslında siyasal kayırmacılığın, torpilin olduğu bir düzen anlamına geliyor. Bugün özellikle gençlik açısından, üniversite okumuş etmiş gençlerimiz maalesef ki mülakat sistemi, kayırmacılık ve torpil üzerinden umutlarını devletten, kamudan kesmiş durumdalar ve yurtdışına kaçmanın yolunu arıyorlar. Bizde bu Toplu Sözleşme döneminde mülakatın ortadan kaldırılması ile ilgili bir mücadele yürütüyoruz.
“VERGİDE ADALET İSTİYORUZ”
Vergide adalet istiyoruz çünkü bu ülkenin bütün kaynaklarının neredeyse dar gelirli insanlardan alıyor. Üreticiden, emekliden, henüz cebine para girmemiş küçük esnaftan, geçim sıkıntısı çeken öğretmenden yani bir bütün olarak bu ülkenin değerlerini yaratan emekçilerden almak istiyorlar ve ülkenin vergi yükü bunların sırtına yıkılmış durumda. Bizde bu dönem vergide adalet talebimiz var. Vergi dilimi yüzde 10’da sabitlenmesini istiyoruz. Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınmasını istiyoruz. Bir örnek vermek gerekirse mesela Murat Ülker dediğimiz sermayedar 2024 yılında Türkiye’de vergi rekortmeni oldu. Ama aynı Murat Ülker’e Türkiye tarihinin en büyük vergi muafiyeti getirildi ve devlete sıfır lira vergi verdi. Bu aslında devletin kaynaklarının nereden alındığını, nelere verildiğini ve bütçe dediğimiz siyasal metnin kimin bütçesi olduğunu da ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla bu Toplu Sözleşme döneminde en büyük taleplerimizden bir tanesi de vergide adalet olacak.
“DEMOKRATİK VE ÖZGÜRLÜKÇÜ İR ANLAYIŞLA DÜZENLEMELER YAPILMALI”
4688 Sayılı Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika yasasını kapsayan uluslararası sözleşmelere, anayasaya aykırı bu 4688 denilen düzenlemenin ortadan kaldırılması gerektiğini, grev ve toplu sözleşmeli, güvenceli bir yasayı kapsayan bir düzenlemenin yapılması gerektiğini savunuyoruz. Demokratik ve özgürlükçü bir anlayışla bunun yazılması gerekiyor. Ek göstergede adalet istiyoruz. Bu da bugün kamuda birçok aynı işi yapan, aynı masada oturan ama farklı statülerde değerlendirilen bir sürü kamu çalışanı var. Bu unvan ve kadro ayrımı yapmaksızın 3600 ek göstergenin herkese uygulanması gerektiğini söylüyoruz. Ülkede derin bir yoksulluk var ve bu yoksulluğun sebebi maalesef kamu emekçileri değil. Bu yoksulluğun sebebi bu ülkeyi yönetenler ve sermayedarlardır. Dolayısıyla bu yoksulluğun faturasının bizlere verilmesini istemiyoruz. Ücretlerimizin yoksulluk sınırının üzerinde bir ücret ki yoksulluk sınırı 88 bin liraya dayanmış durumda. Ocak ayında verilecek zamla beraber bu sınırın 100 bin liraya yükseleceğini düşünüyoruz. Dolayısıyla en düşük devlet memuru maaşının 100 bin lira olması gerektiğini savunuyoruz.
“TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ SÜRECİ MAYIS VEYA EKİM AYLARINA ALINMALI”
Toplu sözleşme dönemi aslında kamu çalışanlarının bir şekilde iki yol boyunca alacakları sosyal hakların, özlük haklarının ve ekonomik haklarının tartışıldığı, konuşulduğu bir süreç. Ama bizde maalesef bu süreç Ağustos ayına planlandığı için insanların büyük oranda, kamu çalışanlarının tatilde olduğu bir dönem. Dolayısıyla direk müdahale edemedikleri, siyasi iktidarın da kendi belirlediği bir takım rakamların doğrudan geçtiği bir dönem oluyor ve dolayısıyla bize hep yoksulluk olarak, çalışma yaşamının antidemokratik uygulamalarıyla karşılaştığımız liyakatsizliğin olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Biz de bu dönemin değiştirilerek Mayıs veya Ekim ayına alınmasına dair bir düşüncemiz ve tutumumuz var. Bunun için de bir mücadele yürütüyoruz.
“KAMU İŞÇİLERİNİN TİS SÜRECİNİ GÖRDÜK”
Burada toplu sözleşme dediğimiz şeyi yürüten kamu çalışanları adına yürüten sendikalardır. Sendikalarda da bugün açısından emekçilerin söz, yetki ve kararının olmadığı, bir takım bürokratik aygıtların kamu çalışanları ve işçi sınıfının önüne engel olarak dikildiği, sendi ağalarının çıktığı, sarı sendika dediğimiz yapının bugün kamu çalışanlarının ve işçi sınıfının taleplerinin gerçekleştirilmesi önünde barikat kurdukları bir dönem. En son 600 bin kamu çalışanı işçiyi etkileyen Kamu Çerçeve Programı hangi taleplerle başlandı ve nasıl bağlandığını gördüğümüzde aslında işçilerin, kamu çalışanlarının taleplerinin hiç de göz önünde bulundurulmadığı, bir takım kapalı kapılar ardında bir takım çerçeve programının imzalandığını bize gösteriyor. Bu anlayışın değişmesi gerekiyor. Bu toplu sözleşme dönemi aynı zamanda hem emekçilerin sözünün, yetkisinin, kararının çalışma yaşamı içerisinde alındığı ve aynı zamanda da sendikal bürokrasinin de bir şekilde devre dışı bırakıldığı bir süreç olması için bir çaba içerisinde olduk ve bu mücadelemiz devam ediyor. 28 Temmuz’da Ankara’da Çalışma Bakanlığının önündeydik. 30 Temmuz’da tekrar bir açıklama yaptık. İlimizde de çeşitli dönemlerde farklı işyeri gezileri, ziyaretler ve kamu emekçilerinin taleplerini aldığımız bir süreç izlemeye çalışıyoruz.
“EĞİTİM SİSTEMİ ÖZELLEŞTİRME VE GERİCİ KUŞATMA ALTINDA”
Tüm bu toplu sözleşme sürecinin dışında, iş yaşamının dışında eğitim alanıyla ilgili de bir şeyler söylemek isterim. Eğitim alanı tam anlamıyla özelleştirmenin, gerici kuşatmanın olduğu bir döneme doğru gidiyor. Bir taraftan çocuk emeğinin, gençlerimizin emeğinin ve geleceğinin çalındığı, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda eğitim politikalarının belirlenmeye çalışıldığı, iş cinayetlerinde çocukların can verdiği ve bunun MESEM’ler gibi bir takım uygulamalarla devlet eliyle teşvik edildiği bir süreci yaşıyoruz. En son Anamur’da 12 yaşında bir çocuğun bıçaklanarak öldürülmesi, tatilde olması gereken iş yaşamında olmaması gereken bir çocuğun buna kurban gitmesi bunun en büyük örneklerinden birisidir. Bugün 1 milyonun üzerinde çocuğumuz maalesef okulda olması gerekirken, okul dışında nerde olduğu belli olmayan bir tablonun içerisindedir. Bir an önce bu çalışma yaşamında çocuğun emeğinin ve çocuğun özellikle ihtiyaçlarının, çocuğun hakkının en yüksek değer olarak adlandırıldığı, onun ihtiyaçları ve geleceği adına bir takım kararlar alındığı, sosyal devlet olgusu dediğimiz olgunun yeniden yaşama geçtiği, sermayenin ihtiyaçlarına göre değil halkın ihtiyaçlarına göre bir eğitim modelinin yaşama geçtiği bir dönem olması gerektiğini savunuyoruz. Bir taraftan çocuklarımızın emeği çalınıyor ama diğer taraftan çocuklar buna itiraz etmesin diye bir takım tarikatlarla, bir takım gerici odaklarla imzalanan protokollerle beraber bilimsel eğitime dair ne kadar norm varsa hepsinin alaşağı edildiği bir süreç işletilmeye çalışılıyor. Kısaca dersek bir taraftan ÇEDES’lerle çocuklar ideolojik olarak sermayeye, gerici iktidara kazandırılırken, bedenleri de MESEM’ler aracılığıyla sömürünün aracı olarak getirilmek isteniyor. Tüm bunlara karşı da bir mücadele yürütmeye çalışıyoruz.
“LGS VE YKS SINAVLARINDAKİ SKANDALLAR BİTMİYOR”
Bilindiği gibi LGS sınavında ortaya çıkan skandalla soruların çalınması, 719 tane birincinin birden bire ortaya çıkması gibi birçok şaibeyle eğitim sistemi anılır oldu. YKS’de 304 bin öğrencinin matematikten sıfır çekmesi gibi birçok öğrencinin barajı aşacak 1 puan bile alacak yeterlilikte olamaması gibi eğitim sistemimizin çok ciddi bir yansıyan bir fotoğrafı olduğunu gösteriyor. Üniversitelerde bilimsel, akademik bir niteliğin kalmadığını, en son çıkan bu sahte diploma skandalıyla beraber aslında nasıl bir tabloyla karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. Yani neresinden tutarsanız tutun eğitim alanı çok ciddi bir çöküş içerisindedir. Bir taraftan bilimsel, laik eğitimin bütün normlarının askıya alındığı, gerici tarikatların üniversitelerde gerici odakların oralarda mevzilendiği, çalışma yaşamından tutun da öğrencilerin bilimsel eğitime ulaşmasına kadar birçok sorunla karşılaştığı, ulaşımın, barınmanın, beslenmenin çocuklar ve aileler açısından çok ciddi bir sorun haline geldiği, birçok öğrencinin kayıt dondurmak zorunda kaldığı bir üniversite sistemi var. Bir taraftan da bu üniversitelerden mezun olan çocuklarımızın çok ciddi bir gelecek kaygısı ve işsizlik kıskacı içerisinde olduğunu da gördüğümüz bir çalışma sistemi var.
“BİLİMSEL VE LAİK BİR EĞİTİM SİSTEMİ”
Dolayısıyla tüm bu düzenlemelerin bir an önce ortadan kaldırılmasını, eğitim sisteminin tüm bileşenleri tarafından belirlendiği, kamusal, laik bir eğitim modelinin, demokratik bir eğitim modelinin yaşama geçirildiği bir eğitim sistemi olmasını gerektiriyor. Bunun için de bir çaba içerisindeyiz. Yani kısacası eğitim alanına dair de çok ciddi reformlara, devrimlere ihtiyaç var. Bu açıdan da bunu düzenlemenin bir an önce yaşama geçirilmesi için bir çaba, tutum içerisindeyiz.
“YENİ DÖNEM SIKINTILARLA BAŞLAYACAK”
Önümüzdeki Eylül dönemi birçok sorunlarla okulların açıldığı; hem üniversiteler hem Milli Eğitim Bakanlığı açısından da bir süreç olacak. Bu sürecinde aynı zamanda bir mücadele salanı olduğunu görüyoruz. Biz Eğitim-Sen olarak üç yıldır kampanya yürütüyoruz. Çocuklarımıza bir öğün yemek, ücretsiz ulaşım ve barınma hakkı istiyoruz. Devlet yurtlarının açılmasını istiyoruz. Hiç olmazsa çocuklarımız ailelerinin bu kadar derin yoksulluk yaşadığı bir dönemde kursaklarına bir öğün ücretsiz yemeğin girmesini, bizden toplanan vergilerin kamusal eğitime, sağlığa ayrılması için bir mücadele içerisindeyiz. Bunun da bu dönem açısından hem öğrencilerimize hem velilerimize hem de biz eğitim çalışanları olarak bir mücadele içerisinde olacağız. Umarım ki önümüzdeki dönem Türkiye’nin geleceği olan gençlerimizin, çocuklarımızın aç yatmadıkları, sorunlarla boğuşmadıkları, ulaşım, barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlar için kafa yormadıkları, sadece geleceklerine, bilime, eğitime odaklandıkları bir süreç olur.”