REDDETTİĞİNE DÖNÜŞME METAFORU

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

 

Dünyada hangi coğrafyada, inançta veya etnik özellikte olursa olsun, günümüz toplumlarının sıkça müracaat ettikleri üç kavrama dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunlar “yasal, meşru ve adil” kavramları. Aynı şeyi anlatmıyorlar, ilgi alanları yakın ama kapsadıkları anlamlar bir miktar farklı. Her yasa adil olamıyor mesela veya bir döneme göre yasal olabilen de meşru değil aynı şekilde. İşte toplumsal düzende, bu üç kavramın kapsadıkları alanlar ne kadar üst üste çakışır, birbirini tamamlarsa, o kadar etkin oluyor huzur ve güven. Bu alanlar birbirinden uzaklaşırsa, düzenden ve huzurdan bahsetmek de o kadar zorlaşıyor. Pek çok örnek vermek mümkün buna dair ama ben birini ele alacağım. Güncel ve önemli olduğuna inanıyorum.

 

YOK KANUN, YAP KANUN!..

Cumhuriyet öncesi siyasi tarihimizle ilgilenenler mutlaka duymuşlardır anlatacağım bu örneği. Osmanlı’nın son döneminde, 1913’deki Bab-ı Ali Baskını ile Abdülhamit’i tahttan indiren ve fiili iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki’nin yönetiminde yaşanmış olan bu durum, tipik özellikler taşıdığı için, aslında yıllardır sıklıkla da dile getirilmiştir. Enver, Cemal ve Talat paşaların oluşturduğu o zamanki yönetim diktası nedeniyle “üç paşalar dönemi” diye de adlandırılan 2. Meşrutiyet yıllarında yaşanmıştır. Aralarından bir paşaya atfedilir ama açıkçası ben o dönemin yönetim anlayışına tümüyle hakim olduğu kanaatindeyim. “Hürriyet (özgürlük), Müsavat (eşitlik), Uhuvvet (kardeşlik)”temel anlayışı üzerinden organize olarak siyaset yapan ama sonuçta bir darbeyle iktidara gelen bu parti, haliyle Abdülhamit’in kapatmış olduğu Meclis-i Mebusan (milletvekili meclisi)’ı tekrar açıp, çalışmasına da izin vermişti. Zaten meşruti monarşi sistemi olabilmek için parlamento olmazsa olmaz bir şarttı. Fakat nasıl bir çalışma istediler? Bağımsız karar almasına saygı mı duyuldu, yoksa bir arka bahçe gibi mi görüldü parlamento o vakit?

İşte anlatacağım husus da tam olarak bununla ilgili. O günlerin kudretli yönetim diktasından Enver Paşa, hem 1. Dünya Savaşı döneminin Harbiye Nazırı (savaş bakanı), hem de Osmanlı’nın başkomutanıydı. Enver Paşa yürütmedeki bürokratlardan bir “icraat” rica ettiğinde, talebinin yasalara uygun olmaması veya mevzuat dayanağı bulunmaması durumunda, haliyle bu isteğini uygulamanın mümkün olmayacağı söylenirmiş kendisine. Paşa da böylesi durumlarda çok kızarmış. Kendisine “Efendim buna izin veren kanun yok” diyenlere hiddetle şu emri verirmiş: “Yok kanun, yap kanun!”. Çok sık tekrarlanırmış bu durum. Lakin her seferinde bu emri yerine getiren bir Meclis de yokmuş karşısında. Kanun-u Esasi (anayasa)’ye uyan talepleri için gereği yapılır, değilse ret edilirmiş. Yani sonuç her seferinde farklı olur, darbe hükümetinin yöneticilerinin her dediğine “eyvallah” demezmiş Meclis-i Mebusan. O nedenle, halkın meclislerini emirle yasama görevi yapan kurumlar gibi algılayan bir yanlış anlayışı sergilemesi açısından, dile getirilir ve anlatılır bu örnek yıllardır. Meclisler, dönemin muktedirlerinin dilediklerini yaptıracakları kurumlar olmamalıdır ve yasa yapmak çok önemli bir sorumluluktur.

 

CUMHURİYET YOLU…

Sadece siyasi, ekonomik ve askeri yetersizliklerle değil, aslında değişen dünyaya ayak uyduramamak gibi temel bir sıkıntı nedeniyle, 1. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle ayrılan ve sona doğru ilerleyen Osmanlı devletinin Meclis-i Mebusan’ındaki vekiller, savaşla ilgili o teslimiyeti bile parlamentoda onaylamayı ret edecek kadar da onurlu durmuşlardı. Nitekim devlet başkanının (padişah) kabul ettiği o yenilgi, Meclis tarafından asla onaylanmadı. Bu nedenle ama başka türlü gerekçeler gösterilerek, o vekillerin bir kısmı işgalci İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya sürgün edildiler. Tutuklamalardan kaçanlar ise Anadolu’dan gelen bağımsızlık çağrısına katılmayı tercih etti. Hatta o koşullarda bile seçimler gerçekleştirildi ve hep birlikte Ankara’da halkın bağrında başka bir Meclis oluşturuldu.

Sonrası bağımsızlık savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşu oldu. 1. Dünya Savaşı’nın “galip devletleri” ise, nihayet işte bu yeni Cumhuriyet’in Meclisi’nin temsilcileri ile barış görüşmeleri yapmak ve anlaşmaları imzalamak zorunda kaldılar. Türkiye böyle bir mücadele süreci sonucunda yeni bir ülke olabildi. Eski günleri geride bırakıp, yeni bir çağın bilinciyle anayasasını ve yasalarını tek kişinin emri veya isteği üzerine yapmama yolunu seçti. Monarşi (tek kişi/aile yönetimi) veya Meşruti Monarşi (meclisi de olan tek kişi yönetimi) değil, Cumhuriyet (halkın doğrudan yönetimi) idi seçilen bu yol. Bunun için de her alanda, gereken bütün bedeller ödendi. Yasaların meşru toplumsal ihtiyaçlara göre hazırlanması, bürokrat veya teknokratlarca önceden görüşülmesi, siyasi anlamda hazırlıklar yapılması, komisyonlarda etraflıca tartışılması ve nihayet TBMM’nin onayından geçirilmesi yolunu izlemeye karar verdi. Cumhurbaşkanı onayı ise bütün bunlardan sonra gelecekti. Halk adına yapılan tüm yasalar artık bu yöntemlerle oluşturulacak ve ancak bu taktirde bir hüküm ifade edebilecekti.

 

DÜZELTMENİN DÜZELTMESİ KARARNAMELERİ…

Ancak yıllar hızla geçti ve uygulamada çeşitli sıkıntılar yaşanmaya başlandı. Zira doğrudan demokrasi yerine vekalet sistemine dayanan batı tipi temsili bir demokrasi geçerli olmaya başladıkça,  yasa yapımındaki “demokratik süreç” de sadece şeklen işler oldu. Adil, meşru ve yasal kavramlarının çakışması azaldı. “Kime yapıldı bu yasa” veya “kime yarayacak bu yasa” kavramları tartışılmaya başlandı. Sonuçta da kaçınılmaz olarak hem demokratik işleyiş ve hem de yasama organı, yani yasaları yapan Meclis tıkandı. Ara sistemler denendi, yönetim krizleri yaşandı, yasa yerine güç odakları etkili olabildi ve nihayetinde öyle bir duruma gelindi ki, işlemeyen bu sistem için Meclis’in de işlevini azaltan ve kuvvetler ayrılığı yerine, birliğini esas alan bir yönetim modeli getirilerek, vatandaştan yeni bir tercih yapması istendi.

Öyle ya da böyle, halk oylamasıyla da kabulü gerçekleştirildi bu isteğin ve ülkemizin yönetim modeli, geçen yüzyıldaki sisteme geri dönüş tarzında büyük bir değişiklik geçirdi. Fakat hal böyle olunca da, yasama organı artık yetkin kanunlar yapamaz hale geldi yeniden. Mesela eskiden olduğu gibi bütün taraflarıyla konuyu inceleyip tartışmak yerine, sıklıkla “torba yasa” diye bir usul kullanılır oldu. Bu bin yamalı torbadan Meclis çoğunluğu marifetiyle çıkarılan değişikliklerin ne anlama geldiği ise çoğu kez uygulamaya girdikten sonra anlaşılabilir oldu. Şeffaflık kalmadı, “kime yarayacak” konusu yine konuşulur oldu. Bazen birbirini engelleyen, eskisini kaldırırken mevcut sistemi de tıkayan değişiklikler bile yapıldı. Aynı konuda sıklıkla yasa değişiklikleri yapıldı. Bazen de yasa çıkartmak yerine, kanun hükmünde kararnameler ile yasal çerçevenin düzenlemesine gidildi. Fakat bu kararnamelerin de düzeltme kararnamesi ve düzeltmenin düzeltmesi kararnameleri bile görülür oldu.

 

SİZİN İÇİN NEYİN DOĞRU OLDUĞUNU BİZ BİLİRİZ!

Oysa yapılan bu sistem değişikliği halka sunulurken, tüm devlet işlerinin hızlı, doğru ve adil bir şekilde işleyeceği söylenmişti. Oysa görüldü ki, bürokratlar en iyi yasa taslağını yazdığını, siyasi erk en etkin tasarıyı kabul ettiğini, Meclis çoğunluğu ise en yetkin kanunu çıkardığını ve dolayısıyla da memleketin “çok güzel” yönetildiğini düşünseler de, vatandaşlar hiç de bu kanaatte değiller. Çıkartılan her yeni yasa uygulama sahasına inince yetersizliği görülerek, şikayetler yağmaya başlıyor. Bunu da değişiklik kararları izliyor. Sorun çözecek diye çıkartılan her yasa, yeni sorunların kaynağı olunca, mevzuat da iyice karmaşık bir hale geliyor. Yukarıdan aşağıya durum böyle ama bir de durumun aşağıdan yukarıya olan haline bakmak lazım. Artık çok daha sık şekilde, uygulama sahasındaki kurumların yöneticileri, vekiller veya yerel yönetimler, sahada tıkandıkları her durum için bir çözüm bulunmasını ve yasal düzenleme yapılmasını ister oldular. Yapmayı düşündükleri her işin, siyasi kazanç anlamına da geleceğine inanan ve bu nedenle tüm engellerin kaldırılmasını isteyen bir yönetim anlayışı var şimdi. Hedefine kilitlenen ve “mevzuatı değiştirin” diyen kişi veya kurum, konjonktüre göre ağır basabilirse, dilediği hususa da ulaşıyor. Fakat bu arada başkalarının işine engel olunduğu veya sistemin tıkandığı da oluyor sık sık. Çünkü Meclis baypas edilerek yapılıyor bu iler. Meclis ise karar alma yeri değil de, onaylatma yeri gibi görülüyor.

Bütün bunları, son günlerde yine siyaset sahnesine çıkartılan “Abdülhamit” tartışmaları nedeniyle anlatmıyorum. O tartışmalar, bir çağrışım yaptı elbette ama benim varacağım sonuç çok daha başka. Yüz seneyi aşkın bir süredir, beraberliğimizi koruyarak ve sorunlarımızı da çözerek nasıl huzur içinde yaşayacağımızı tartışıp duruyoruz. Çıktığımız yolda, mutlak otoriteye karşıtlıktan başlayıp, halkın yönetimine doğru ilerledik ama sonra da yolumuzu karıştırıp, hatalar yaptık. Yolumuzu düzeltmek yerine de, sonunda çözümü tekrar otoriteye geri dönüşte bulmaya kalktık. Fakat hala değişimini arzuladığımız temel sorunlar orta yerde durmaya devam ediyor. Hiç birine mutlak çözüm getiremedik. Ekonomi, geçim, işsizlik, eğitim, adalet, toplumsal barış, güven ve huzur hala ilgi bekliyor. Peki biz neden bunca dolambaçlı bir yol izledik o zaman? Neden yaşandı bunca acı, neden ödendi bunca bedel? Bize çözüm getirmeyen sistemler ve yönetim modelleri neden denendi üzerimizde? Yarın ne olacağız, “bu sefer de olmadı galiba” demekten başka ne söyleyeceğiz kendimize ve birbirimize? “Halk için halka rağmen” demekle, “sizin için neyin doğru olduğunu biz biliriz” demek arasında ne fark var acaba? Anayasa ve yasalar konusunda nasıl ortak düşünen bir toplum olabileceğiz? Bunda anlaşamayan, toplumsal yaşamda nasıl ortak, meşru ve adil olan hakkında nasıl hemfikir olabilecek?

 

ABDÜLHAMİD’İ SAVUNUP İTTİHATÇI GİBİ DAVRANMAK!

Bugün öyle bir hale geldik ki, mesela ‘Kıyı Kanunu’nun Uygulanmasına Dair Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik’ ile aynı konu önümüze dokuzuncu defa konuluyor. Normal mi? Mesela tam yedi kez Meclis’e getiriliyor Zeytin Kanunu ama istenilene ulaşılamayınca, bu sefer arkadan dolanıp Enerji Yönetmeliği’ne bir madde ilavesiyle amaca varılmak isteniyor. Meşru, adil ve güven verici mi bunlar? Bir türlü, bu gibi konularda memleketi huzura kavuşturacak, üzerinde hep birlikte anlaşma sağlanacak bir hukuki zemin mi bulamıyoruz? Yoksa hala birileri “yok kanun, yap kanun” mu diyor? TBMM bile artık dikkate alınmadığını, bütçe konuşulurken en etkili devlet temsilcisinin oturuma katılmadığını söyleyip şikayet ediyorsa, vatandaş ne yapacak? Hatta yerel yönetimlerin Meclis’lerinde bile en yetkili ağızlardan “biz önce yatırımları ilerletmeye bakarız, yasa sonradan gelsin” denilebiliyor bugün. Üstelik Meclis oturumlarının halka naklen yayınında duyuluyor bu sözler. Bu ifadeler de, bir çeşit “yok kanun, yap kanun” söylemi değil mi aslında?

Hal böyleyken, Abdülhamit üzerinden siyasi polemik yapmanın alemi var mı? Esas önemli olan bugün kimlerin Abdülhamit’in savunucusu olduğu değil, kimlerin İttihatçı gibi davrandığı bence. Tarihi kimliklere sarılmak yerine, tarza bakmak daha doğru değil mi? Bugün sanki Abdülhamit’i savunayım diyenler İttihatçı gibi davranırken, uzun yıllar boyunca İttihatçılıkla suçlananlar ise demokratik katılıma ve uzlaşma kültürüne daha mı yakın duruyorlar, ne dersiniz? Pek çok diğer örnekte olduğu gibi, burada da “reddettiğine dönüşmek” gibi bir metafor mu yaşanıyor ülkemizde?

 

 

Tepki Ver | Tepki verilmemiş
0
harika
Harika
0
_ok_do_ru
Çok Doğru
0
kat_l_yorum
Katılıyorum
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
_zg_n
Üzgün
REDDETTİĞİNE DÖNÜŞME METAFORU
Giriş Yap

Balıkesir Haberleri ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!