OTORİTER POPÜLİST YÖNETİMLER

service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Büyük oranda toplumsal ayrışmalara yol açtığına inanılan Küreselleşme, bize şu soruyu sormaya ve cevabını aramaya itiyor…

Otoriter Popülist Yönetimlerin yükselişi, Batı Demokrasisinin reddi midir?

Batı Demokrasisi diğer adıyla Liberal Demokrasi, temsili demokrasi sistemi olup kabaca yönetilenlerin, seçimle yönetenlere vekâlet verdiği sistemdir.

Vekâlet isteyenler, vekâlet vereceklere, güzel bir gelecek vaat ederler. Vekâlet verenler yani halk, bu vaatlere inanarak yönetenlerini seçer…

Adında Adalet ve Kalkınma olan AKP bunda 21 yıl önce vatandaşa 3Y vaadinde bulunarak iktidara geldi.

Yolsuzlukla, Yoksullukla ve Yasaklarla mücadele edeceğini, bunları ortadan kaldıracağını vaat etti…

Siyasete atıldığında tek mal varlığının alyans yüzüğünün olduğunu açıklayan Erdoğan’ın liderliğinde geçen 21 yıllık iktidarın, ülkeyi getirdiği noktada; bugün 21 yıl öncesine göre daha fazla yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklar söz konusu.

AKP iktidarının yarattığı mutlu azınlık, büyük sermaye ve finans sermayesi dışında hiç kimse hayatından memnun değilken, özellikle gençler başta olmak üzere büyük bir halk kitlesinde gelecek kaygısı yaşanıyorken, işçisi, memuru, emeklisi açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkûm olmuşken, yasaklarla ve baskılarla sindirme politikaları sonucu korku imparatorluğu yaratılmışken; hala nasıl oluyor da Erdoğan, seçimi kazanma potansiyeline sahip güçlü bir siyasi figür olma özelliğini koruyabiliyor?..

Elbette bu soruya, Siyaset Biliminin ve Sosyolojinin ortaya koyduğu kaynaklara bile başvurmadan kişisel tecrübelerimizden çıkaracağımız sonuçlarla sayfalar dolusu cevap yazabiliriz.

Her ülkenin ve o ülkeyi oluşturan halkların kendine özgü kültürel, ekonomik, siyasal özellikleri ve tercihleri ülkeden ülkeye değişse de, benzer olaylarda toplumsal tepkiler aşağı yukarı aynıdır. Ve bunlar seçmen davranışlarını etkiler…

Hiç şüphesiz Recep Tayyip Erdoğan, en yumuşak ifadeyle Popülist Otoriter bir Lider ve bu özelliği ile yıllardır iktidarını sürdürürken aynı zamanda Popülist Otoriter Yönetim sergiliyor…

Şöyle biraz yükselip daha geniş perspektiften baktığımızda Erdoğan’ın Türkiye’si dışında, Putin’in Rusya’sında, Mondi’nin Hindistan’ında, Orban’ın Macaristan’ında, geçtiğimiz dönem Trump’ın Amerika’sında, Duda’nın Polanya’sında da; Popülist Otoriter Lider ve Yönetimlerinin iktidarda olduklarını ve tıpkı Erdoğan gibi birçoğunun da uzun yıllardır iktidarda kalmayı sürdürdüğünü görüyoruz.

Üstelik özellikle Fransa, Avusturya gibi birçok Avrupa ülkesinde Otoriter Sağ Yönetim arzulayanların sayısı da azımsanmayacak düzeyde…

Bu popülist otoriter liderlerin neredeyse tamamının ortak özelliği ise kaba bir dil kullanmaları ve laf cambazlığı yapmaları. Ama sanırım bizim lider bu konuda diğerlerine göre çok daha ileri bir noktada.

Kullandıkları kaba dil ve laf cambazlıkları dışında bu liderlerin başka ortak özellikleri de var.

Bunlardan biri Demokrasiden nefret ediyor olmaları. Demokrasinin imkânlarıyla iktidara gelseler de iktidarlarını korumanın önündeki en büyük engelin, demokrasi olduğunun farkındalar…

Popülist Otoriter Liderlerin istisnasız hepsi elde ettikleri gücü her geçen gün sertleştirme gayreti içindeler. Hukuku rakiplerine, muhaliflere, aydınlara, yazar ve çizere, düşünen sorgulayan ve hak arayan kesimlere karşı zulüm aracı olarak kullanmaktan da çekinmiyorlar. İfade özgürlüklerine tahammülleri yok. Hepsi ülkelerini Noeliberal Kapitalizme teslim etmiş durumda.

İktidara gelmek ve iktidarda kalmak her biri için saplantı olduğundan, bu uğurda her şeyi mubah görüyorlar.

Yirmi birinci yüzyılın “otoritarizmin yüzyılı” olabileceği görüşünü savunanları haklı çıkaran bir çeyrek yüzyılı geride bırakırken, faşist sağ otoritenin yükselişi karşısında batı demokrasisi ve sol niçin başarısız oldu?

“Halklar hak edildiği şekilde yönetilir” saçmalığı ve kolaycılığına kaçıp dünya halklarının sağcılaştığını ve faşizmi savunduklarını da asla söyleyemeyiz.

Tam aksine insanlar daha özgür olmak istiyor, eşitsizliğin, adaletsizliğin ortadan kalkmasını arzuluyorlar, adil bir paylaşımdan yanalar, baskı ve zulüm görmek istemiyorlar, sosyal güvencelerinin daraltılmasına ortadan kaldırılmasına karşılar, doğanın katledilmesine razı değiller, barıştan yanalar ve savaşa karşılar, gelecek kaygısı yaşamak istemiyorlar.

Ama iktidara bu taleplerin hiç birini karşılayamayan ve asla karşılamayacak olan ve dahi bu insancıl taleplerin çoğunu ortadan kaldıran sağ otoritenin temsilcisi popülist otoriter liderleri getiriyorlar.

Aslında bu bir paradoks gibi gözüküyor…

Öyle ya; insanın temel hak ve özgürlük taleplerinin hiç birini sağ otorite ve popülist liderler karşılayamıyorlar. Ayrıca böyle bir dertleri de yok.

Elbette bunun birçok sebebi var. Ama bu sebeplerin filizlendiği bir kök olması lazım?

İşte o kök “Küreselleşme” denilen şey…

Küreselleşme, ne yazık ki yarattığı küresel risklere ve sorunlara, küresel çözümler üretemedi veya üretmedi. Bu yarattığı küresel sorunların başında göç dalgası, uluslararası terörizm, iklim değişikliği, adaletsiz gelir paylaşımı, yaratılan daha ucuz iş gücü, ekonomik krizler, toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler geliyor.

Ve ne yazık ki böyle bir “yenidünya” düzeninde biz duygusu ve dayanışma tesis edilemedi…

Tam aksine tekrar aşırı milliyetçiliğin, mezhepçiliğin, ırkçılığın, biz ve onlar ayrımcılığının doğmasına ve bu eksende söylem geliştiren popülist otoriter liderlerin iktidara gelmesine neden oldu…

Peki, niçin küreselleşmenin yarattığı sorunların tümüne karşı çıkan ve bu sorunların insanlık sorunları olduğunu haykıran ve dahi mücadelesini bu yönde şekillendiren sol gelmedi de; bırakın bu sorunları çözmeyi daha çok sorunları üreten ve insanların yaşam hakkını elinden daha çok alan sağ otorite temsilcileri iktidara geldi?

Bu soruya sol’un hatalarını, ıskaladıklarını ve daha başkaca nedenleri ele alan sayfalar dolusu yazı yazmak mümkün.

Şimdilik en önemli, en hayati konuyu ele alalım…

Küreselleşme, “Ulus-Devletleri” ortadan kaldırdı…

Ulusal Egemenliğin olmadığı hiçbir devlet Ulus-Devlet değildir. Kendi Ulusal Ekonomisini Yönetemeyen devletlerde ise Ulusal Egemenlikten ve dolayısıyla Ulus-Devletten bahsedilemez.

Siyasette, Ekonomide ve Kültürde Tam Bağımsızlığı savunan ve “Bağımsızlık Benim Karakterimdir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün ne kadar haklı olduğu da aradan bir yüzyıl geçmesine rağmen burada tekrar ortaya çıkıyor…

Konumuza dönecek olursak. Artık dünyada çok az sayıda Sosyalist anlayışla yönetilen ülkeler dışında, ister fakir olsun ister zengin olsun hiçbir ülke Küreselleşmenin bir sonucu olarak artık kendi Ulusal Ekonomisini Yönetemez durumda.

Artık bugün ABD ekonomisinin büyük bir çoğunluğu Çinlilerin veya Japonların elinde, Çin ve Japonya içinse dünya üzerinde birçok ülkeden gelecek olan hammaddeler hayati önem taşıyor, dünya Ortadoğu petrollerine muhtaç.

Artık yaşadığımız dünyada Ulusal Egemenlik çoğu dünya ülkesi için artık geçerli değil. Ama her ulus için Ulusal Egemenlik hassas bir konu. Doğal olarak bu gerçeği kabullenmek neredeyse imkânsız. Çünkü her ulus, büyük bedeller ödeyerek Ulusal Egemenliklerine kavuşmuşken, tarihleri bu uğurda yapılan fedakârlıklarla, kahramanlıklarla, kahramanlarla doluyken bu gerçeği görmez ve inanmak istemezler ya da ellerinden kayıp gitmesine izin vermek istemezler.

Çünkü bunlar Kültürlerinin vazgeçemeyecekleri en önemli parçasıdır. Bu Kültürlerine yapılacak saldırı ve tehditleri bertaraf etme veya bertaraf edeceğine inandıklarına yetki verme eğiliminde olmaları kadar doğal bir şey olamaz.

Aslında Otoriter Popülist Liderlerin hepsi, Neoliberal Kapitalist düzene, Finans Endüstrisine teslim olmuş Ulusal Ekonomilerini kontrol altına alamayacağını biliyor. Üstelik bu unsurlarla mücadele etmek gibi bir niyetleri olmadığı çok açık ve aksine onlarla dostça ilişki kurmayı iktidarlarını korumak için bir elzem olarak gören bir anlayışa sahipler.

Bundan dolayı onları iktidarda tutabilecek tek argümanları; ülkelerini kültürel arınma yoluyla küresel anlamda siyasal ve ekonomik bir güce dönüştüreceklerini vaat etmeleri kalıyor.

Her ülkenin kültürel özelliğine göre değişkenlik gösterse de bazı ülkelerde renk, bazı ülkelerde ırk, bazı ülkelerde göçmen ve yabancılar, bazı ülkelerde kadınlar, bazı ülkelerde din, dil, mezhep gibi argümanları kullanarak biz ve onlar şeklinde kutuplaştırmak suretiyle çoğunluğun sahip olduğu Kültür Egemenliği üzerinden otoriter bir yönetim anlayışını ortaya koyuyorlar.

Yeni Osmanlıcılık, iç ve dış güçler, dini hassasiyetler, eleştirenlerin hepsinin terörist olması, kullanılan kaba dil, toplumu biz ve ötekiler şeklinde kutuplaştırma, mağdur edebiyatı ve tüm bunlar yapılırken Kültürel Egemenlik üzerinden yapılıyor olmasının sebebi şimdi daha iyi anlaşılıyor sanırım.

Tabii ki tüm bunların bir Beka Sorunu yani Ulusal Egemenlik Sorunu olduğunu halka tüm enstrümanlar kullanılarak pompalanmasının ve bu şekilde iradesini şekillendirmenin ne kadar hayati önem taşıdığını da belirtmek gerekiyor.

Değişiklik olmaz ise 14 Mayıs’ta seçim yaşayacağız ve halk “Yeter! Söz Milletindir!” diyecek…

Erdoğan’a mı diyecek? Rakiplerine mi diyecek? Göreceğiz…

Hiç şüphem yok, bu Millet;

YETER! Kelimesinin karşılığına kimler düşüyorsa onlara diyecek…    

Tepki Ver | Tepki verilmemiş
0
harika
Harika
0
_ok_do_ru
Çok Doğru
0
kat_l_yorum
Katılıyorum
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
_zg_n
Üzgün
OTORİTER POPÜLİST YÖNETİMLER
Giriş Yap

Balıkesir Haberleri ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!