Bülbülüm Altın Kafeste

ANKARA MEKTUBU / SERVET CAMGÖZ

 

Gecenin sessizliğinde, başkalarına rahatsızlık vermemek için dıştan

kulaklığımı koyarak dinliyorum.

Kendi karışık doldurduğum, şimdilerde radyolarda, televizyonlarda hiç

duymadığımız ama beni ve eminim bizim kuşaktakileri efkarlandıracak,

pek çok  şeyler hissettirebilecek etkili melodiler.

Bazıları  sözsüz (enstrümantal), sadece melodi ama yetebiliyor, bir yerlere götürüyor;

Yurdaer DOĞULU’dan “Şehnaz longa”

Zafer DİLEK’ten “Ben bir küçük cezveyim.”

Özdemir ERDOĞAN’dan “Gurbet”

Tenor Zafer Erdaş ‘tan “Arpa ektim biçemedim”

Cem KARACA’dan 50 yıllık, bugünün gençlerine de moral olacak;

Bugün sen çok gençsin Yavrum

 Hayat ümit neşe dolu

Ne yalnızlık ne yalan üzmesin seni

Doğarken ağladı insan bu son olsun bu son

 

Aydın TANSEL’den “Günler Aylar gelir geçer

 

Erkin Koray’dan “Öyle bir geçer zaman ki

dediğim ayniyle vaki.

 

Hülya Kırbağ’dan “Geleceğim diyordun / Dört mevsimin birinde”

Barış MANÇO’dan “Gönül Dağı”

 

ve daha neler neler.  Hepsi birbirinden güzel. Dolu dolu.

Çoğu isim, okuyanlara yabancı gelebilir bu sanatçılar, şarkılar.

Bilgisayar ekranında arayıp dinleyebilmek mümkün.

 

Ama eminim dinleyen olursa, beğenenler çıkabilir.

Hele günümüzde rap denilen, her yerde öne çıkarılan  harala gürele

hızlı hızlı yüksek sesle, rastgele gazete sayfası okur gibi sadece konuşarak,

çoğu müziksiz bağırarak gürültüyle yapılanların

yanında farklı gelebilir, karşılaştırma  fırsatı oluşabilir.

Eser oluşturma süreci ve çabası açısından ne kadar sözü

edilebilir, bilemem…

 

Eskiye rağbet değil ama sadece Türk Hafif Müziği denilen Türkçe sözlü

müzikler bile bir dönemi anlatır, o günlerin farklı yaş guruplarında bir

şeyler hissettirirdi. Düşündüren, coşturan, eğlendiren, oynatan,

efkarlandıran, hoplatan.. Hepsi vardı.

 

Şimdilerde neden yok?

Yapılmıyor mu? Yaptırılmıyor mu?

Şarkıların  sözleri müzikle çok uyumlu gelirdi bize.

Yabancı müziklere Türkçe söz uyarlananlar bile baştan savma yapılmazdı.

Hatta bizim sanatçılarımızın eserlerinden Avrupa’ya gidenler bile olmuştu

Berkant’ın söylediği Metin BÜKEY’in “Samanyolu” gibi.

 

Şimdilerde niye yok?

Çok hızlı gelişen teknoloji ortamında önce  müzikler  bozuldu.

Müzik piyasası mı istemiyor? Yoksa gelişmiş iletişim ağında

bol resimli boş günceller çarkında (magazin diyorlar) ne istenirse,

toplumlar ne yöne kaydırılmak istenirse o tarafa mı yönlendiriliyor.

Zevklerimizi de birileri mi belirliyor? Hangi müzikler sürekli, çok çalarsa,

kim öne çıkarılırsa, hangi parça çalınırsa ona yönelim kalıbı

etkiliyor gibi. O kalıbı kim yapıyor? İnsanların robotik çalıştırılıp,

harcadıkça mutlu olmasını, duygusal öz kültürünün olmaması gerektiğini

isteyen, uygulatan bir ana yönlendirici mi var acaba?

 

Hele bildiğimiz, geleneksel kültürümüzden gelen Türkülerimiz, sözleri

ayrı birer hikaye, efsane, roman gibidir. Bir de onların çok sesli veya

hafif müzik uyarlamaları, yorumları beni daha çok mest eder.

Duygusallığa  itekler, efkarlandırır. Bazen yorgunluğumu alır, bazen

uzaklara götürür.

 

Türk Sanat Müziğimiz ayrı bir zenginlik. Güfte denilen sözlerinin çoğu

edebiyat zengini şiirlere, yaşanmış aşk, mutlu an  veya acıların dizelere dökümünün

notalarla sunumuna dönüşür. Tekrar tekrar dinlenir. Yeni doğan toruna yapılan

“Bir kızıl goncaya benzer dudağın” kadar ne anlatabilir bu güzelliği, mutluluğu.

Müzik ruhun gıdasıdır diye boşuna dememişler. Ruhlara duygusallık gitmeyince

bireysellik öne geçiyor, hoşgörü bitiyor, şiddet olağanlaşıyor.

 

Eskilere gidince ülkemizi yöneten, yönetmeye aday siyasi parti liderlerinin

hepsinin tek televizyon kanalı TRT’de aynı yuvarlak masa etrafında

canlı yayın tartışma proğramları,  saygılı tavırları, sürelerini çalmamaları akla

geliverir. Hele canlı yayına ara verilip dinlenirlerken bile yine stüdyonun bir köşesinde

birlikte ayakta sohbet ederek kahve içiş  kareleri ertesi gün bütün gazetelerde

günlerce, muhabbetle yer alır, çok hoşa  giderdi.

Saygı kuralları içerisinde  fikir tartışmasının da dersi vatandaşa

uygulamalı olarak gösteriliyordu.

 

Şimdi kanallar çoğaldı ama kalite çok düştü. Çoklu kanalların tartışmacı

bolluğunda hep kendisi konuşup, başkasını konuşturmama basitliklerinden,

dil seviyesizliklerinden, kalıp fikirler ve iticiliklerinden  dolayı izlenme oranları da tahminim yemek proğramlarının altında gibidir.

 

Eskiye rağbet olsa, bit pazarına nur yağar mı bilmiyorum ama

ben insana sevgi, saygı, muhabbet dolu, ön yargısız, gerilimsiz günleri,

tartışmaların muhabbetle geçtiği, tanımayanların bile birbirlerine selam verdiği,

komşuların birbirlerini tanıdığı günleri özlüyorum.

 

Eğer cep telefonu mu , ptt önünde jetonlu telefon mu deseler,

jetonluyu  bile seçebilirim.

Herşey kolaylık, rahatlık, harcama, son model, mülkiyet, gösteriş, “trendini yakala” değil.

Yaşamdan zevk alınmalı. Sadece avemeden torbalarca alışveriş değil.

Trafikte yol vermek normaldi, şimdi bıçaklı silahlı kavgaya neden olduğu haberleri

her gün mutlaka çıkıyor karşımıza.

Hele yolda, sokakta, çarşıda bu topluma alakasız olduğunu

haykıran, taşıma, gayri alaka  tipleri görünce

Kartal istimbotuyla geçerken söylenen  ilahi sözler geliveriyor

akla ister istemez.

Koy o zaman “Bülbülüm altın kafeste”…

 

Şu yağmurlu bir Ankara gecesinde müzikler eşliğinde gönül dolusu selamlar

güzel dostlara, güzel memleketime.

 

Exit mobile version